Editörden…
Türkiye aleviliğinin; asimile olmadan kamusal alana dahil olma isteğinden, devlet eksenli olmayan örgütlenme serbestliğine kadar birbiriyle örtüşmeyen talep çeşitliliğine sahip olduğu bilinmektedir. Alevilik ile Sünniliğin aynı öykünün ayrı versiyonları mı yoksa apayrı gerçekliklerin hikayeleri mi olduklarından ziyade bugün, aleviliğin eşit yurttaşlık ve özgürlük arayışına nasıl yaklaşıldığı önem taşımaktadır.
Zorunlu din dersleri, cemevlerinin statüsü, diyanetin yapısı, medyada görünürlülük, kamusal alanda alevi kimliğinin ayrımcılığa uğramaması ve alevi katliamlarıyla yüzleşme gibi konular, güncel alevilik tartışmalarının odağında yer almaktadır. Aleviler arasındaki temel ayrışma noktası ise sisteme entegre olmuş bir alevilik mi, toplumsal alternatif olarak serbest örgütlenme hakkına sahip bir alevilik mi tartışması yönünde belirmektedir. Talepler irdelendiğinde, alevi grupların dillendirdiği sorunların büyük kısmının, devlet odaklı tutumlar sonucunda yaşandığı görülecektir. Türk modernleşme projesinin mağdurları arasında yer alan alevilerin, bu noktada Türkiye’deki ötekileştirilmiş kimliklerden farkı yoktur. Bu kimlikler arasında ağır baskılara maruz kalmış sunni gruplar da yer almaktadır. Buna rağmen, bir kısım alevi grupların, devleti, “sünni devlet algısıyla” bütünleştirmesi önyargıya dayanmaktadır.
Sünnilik ve alevilik ekseninde yaşanan tartışmalar, çok boyutlu bir tarihsel kırılmadan beslenmektedir. Şayet bir alevi-sünni uzlaşmasından bahsedilecekse bunun öncelikle binlerce yıldır devam eden kimi tartışmaların sonlandırılması anlamına gelmeyeceği bilinmelidir. Meselenin kırılgan yapısı, güvensizliği ve önyargıları derinleştirmiştir. Türkiye özelinde düşünüldüğünde tarafların hala birbirini kimliksel açılardan duymamaları, şimdiye kadar uygulanan jakoben laikçiliğin etkilerine bağlanmalıdır. Uzlaşmanın olabilmesi, tarafların ol-masıyla mümkün iken laikliğin uygulama biçimi, Türkiye halklarının alevi yorumsallığını örttüğü kadar sünni paradigmanın anlaşılmasına ve yaşanmasına da kapalı davranmıştır. Tek farkla ki; Kemalizm, Hanefi mezhebinin ulviyetine zıt bir surette onu, toplumsal meşruiyetini kurmak amacıyla araçsallaştırmıştır.
Bu yaklaşım, elbette tek başına tarihsel çelişkiyi açıklamaya yetmez. Çünkü modern alevi –sünni tartışmasında, tarihten devşirilen argümanlara da sıklıkla rastlanmaktadır. Muhafazakar sünnide, Aleviliğe aidiyetin, modern öncesinde maruz kaldığı dışlayıcı tutumun izleri ile modern olan alevi kimliğinin tanınmasına yönelik kaygısal durum iç içedir. Ortadoks Alevide ise, sünni, pre-modern Yavuz’un modern bir izdüşümüdür. Öyleyse meseleye tarihsel, siyasal ve toplumsal boyutlardan nitelikli bir bakış kazandırmaya ihtiyaç vardır. İnanç temelli Aleviliğin herhangi bir dini bilgi sisteminin diktatörlüğüyle dönüştürülemeyeceğini geleneksel Sünni ve bilhassa selefist reflekse anlatırken Anadolu ve Dersim Aleviliğine de Kemalizmin Hanefizim olmadığını söylemek gerekmektedir.
Farklı toplumsal bileşenlerin bir arada yaşamını kolaylaştırmak, öncelikle birbirlerine yönelik söylemlerinde itidali koruyarak sosyal atmosferi yumuşak tutmalarına bağlıdır. Hoşgörü eşiği, mümkün oldukça geniş tutulsa bile hukuki düzenlemelerle, mağdur edilmiş kesimlerin hak talepleri desteklenmelidir.
Bediüzzaman, hak eksenine oturmayan ittifakların, çabuk çözüleceğini ve kalıcı uzlaşmaların ilmi araçlarla inşa edilmesi gerektiğini ifade eder. İslam dünyasındaki tarihsel ve fikirsel kaotizmin nedeni olarak da, siyasi istibdatın nameşru veledi olarak tanımladığı, ilmi ve fikri istibdadı gösterir. Bu perspektife göre siyaset kurumuna düşen görev; inanç ve fikir özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırarak bir an önce Alevilerin kendini tanımladıkları çerçeveyi dikkate alarak yeni düzenlemelere girişmesidir.