Ve mahlûkat-ı arziyeyi, rububiyeti noktasında, havayı emir ve iradesine bir nevi arş, ve nur unsurunu ilim ve hikmetine diğer bir arş, ve suyu ihsan ve rahmetine başka bir arş ve toprağı hıfz ve ihyasına bir çeşit arş yapmış; o arşlardan üçünü mahlûkat-ı arziye üstünde gezdiriyor.
Kat’iyen bil ki, bu Beş Remizde ve Beş İşarette gösterilen parlak hakikat-i âliye, nur-u Kur’an ile görünür ve imanın kuvvetiyle sahip olunabilir. Yoksa, o hakikat-i bâkiye yerine, gayet müdhiş bir zulümat geçer. Ehl-i dalâlet için dünya firaklar ve zevaller ile dolu ve ademler ile mâlâmâldir. Kâinat, onun için manevî bir cehennem hükmüne geçer. Her şey onun için âni bir vücud ile hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel zulümat-ı ademle memlûdür; yalnız kısacık bir zaman-ı halde bir hazin nur-u vücud bulabilir. Fakat sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücud görünür, ona alâkadar olur ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.
Elhasıl, biz Şair-i Mısrî’nin tarzında deriz:
Derya olunca nefes, pârelenince kafes, tâ kesilince bu ses,
Çağırırım: Yâ Hak, yâ Mevcud, yâ Hayy, yâ Mâbud,
Yâ Hakîm, yâ Maksud, yâ Rahîm, yâ Vedûd!
Ve bağırarak derim:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ الْمُبِينُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ صَادِقُ الْوَعْدِ اْلاَمِينُ
Ve iman ederek isbat ederim:
اِنَّ الْبَعْثَ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ وَالْجَنَّةَ حَقٌّ وَالنَّارَ حَقٌّ وَاِنَّ السَّعَادَةَ اْلاَبَدِيَّةَ حَقٌّ وَاِنَّ اللهَ رَحِيمٌ حَكِيمٌ وَدُودٌ وَاِنَّ الرَّحْمَةَ وَالْحِكْمَةَ وَالْمَحَبَّةَ مُحِيطَةٌ بِجَمِيعِ اْلاَشْيَاءِ وَشُؤُنَاتِهَا