kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem kardeşlerimin bu biçare kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakiki, dinî makam ise; Mektubat’ta İkinci Mektub’un ahirindeki kaideye göre, “Şahsıma verdikleri manevî hediye olan kemalâtı, eğer hâşâ! Ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lâzım geliyor.” Hem kendini makam sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdahale edebilir...
Bir şey daha kaldı ki; dünya cihetinde hakaik-ı imaniyenin neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa, daha iyi tesir eder denilebilir. Bunda da iki mâni var:
Birisi: Faraza velâyet olsa da; bilerek, isteyerek makam yapmak tarzında, velâyetin mahiyetindeki ihlâs ve mahviyete münafidir. Nübüvvetin vereseleri olan sahabeler gibi izhar ve dava edemezler; onlara kıyas edilmez.
İkinci mâni: Pek çok cihetlerle çürütülebilir ve fani ve cüz’î ve muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-ı imaniyenin fütuhatına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mucib-i şükrandır; ehl-i siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için; şerefli, izzetli Eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihanet ve tenkis etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıb, enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar; güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki, Nurları daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, âdi şahsımdan değil, Kur’an güneşinin menbaından nurları alıyor.
Said Nursî
***
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Bu şaşaalı baharın çiçeklerini temaşa etmek için araba ile bir-iki saat geziyorum. Hiç hayatımda görmediğim bir tarzda bütün çiçekli otlar, âdetin fevkinde bir tarzda büyümüş, çiçekler açmış, tebessümkârane tesbihat edip, lisan-ı hâl ile Sani-i Zülcelâllerinin sanatını takdir ve alkışlıyorlar gibi