âzam cilvesini, bir müdür dairesi hükmünde olan kendi dairende o cilveyi görmüşsün, aldanmışsın. Gördüğün doğrudur, fakat hükmün yanlıştır. Bir sineğe, bir kab su, bir küçük denizdir.” O zat şu cevabımdan inşaallah ayıldı ve o vartadan kurtuldu.
Hem ben müteaddit insanları gördüm ki, bir nevi mehdi kendilerini biliyorlardı ve “Mehdi olacağım” diyorlardı. Bu zatlar yalancı ve aldatıcı değiller; belki aldanıyorlar. Gördüklerini hakikat zannediyorlar. Esma-i ilâhiyenin nasıl ki tecelliyatı, arş-ı âzam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var; ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de, mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velâyet dahi öyle mütefavittir. Şu iltibasın en mühim sebebi şudur:
Makamat-ı evliyadan bazı makamlarda Mehdi vazifesinin hususiyeti bulunduğu ve kutb-u âzama has bir nisbeti göründüğü ve Hazret-i Hızır’ın bir münasebet-i hassası olduğu gibi, bazı meşahirle münasebettar bazı makamat var. Hatta o makamlara makam-ı Hızır, makam-ı Üveys, makam-ı Mehdiyet tabir edilir.
İşte bu sırra binaen, o makama ve o makamın cüz’î bir numunesine veya bir gölgesine girenler, kendilerini o makamla has münasebettar meşhur zatlar zannediyorlar. Kendini Hızır telâkki eder veya Mehdî itikad eder veya kutb-u âzam tahayyül eder. Eğer hubb-u câha talib enaniyeti yoksa, o halde mahkûm olmaz. Onun haddinden fazla davaları, şatahat sayılır; onunla belki mesul olmaz. Eğer enaniyeti perde ardında hubb-u câha müteveccih ise, o zat enaniyete mağlûp olup, şükrü bırakıp fahre girse, fahirden git gide gurura sukut eder. Ya divanelik derecesine sukut eder veyahut tarik-i haktan sapar. Çünkü, büyük evliyayı kendi gibi telâkki eder, haklarındaki hüsn-ü zannı kırılır. Zira, nefs ne kadar mağrur da olsa, kendisi, kendi kusurunu derk eder. O büyükleri de kendine kıyas edip kusurlu tevehhüm eder. Hatta, enbiyalar hakkında da hürmeti noksanlaşır.