بِسْمِ ﷲِالرَّحْمَنِ اارَّحِيم
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّى لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
Şu ayet-i azîme çok büyük ve çok âli ve çok geniş bir denizdir. Onun cevherlerini beyan etmek için koca bir cilt kitab yazmak lâzım gelir. Onun o kıymettar cevherlerini başka zamana tâliken, şimdilik yalnız birkaç gün evvel tahattur-u hakaik noktasında, benim için ehemmiyetli bir zamanım olan namaz tesbihatında, uzaktan uzağa fikrin nazarına ilişen bir nüktenin şuaı göründü. O zamanda kaydedemedik; gittikçe tebaud ediyordu. Bütün bütün kaybolmadan evvel o nüktenin bir cilvesini avlamak için, etrafında dairevari birkaç kelime söyleyeceğiz.
Birinci Kelime: Kelam-ı Ezelî, ilim, kudret gibi bir sıfat-ı ilâhiye olduğu cihetle, gayr-ı mütenahidir. Nihayetsiz olan bir şeye denizler mürekkep olsa, elbette bitiremezler.
İkinci Kelime: Bir zatın vücudunu ihsas eden en zâhir, en kuvvetli eser, tekellümüdür. Bir zatın kelâmını işitmek, bin delil kadar vücudunu, belki şuhud derecesinde isbat ettiği nokta-i nazarda, bu ayet-i kerime mana-yı işarîsiyle diyor ki: “Rabb-i Zülcelâlin vücudunu gösteren kelâm-ı ilâhînin adedini, denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa, yazsalar, bitiremezler. Yani, bir zatın böyle bir kelâmı, vücuduna şuhud derecesinde delâlet ettiğine bedel; Zat-ı Ehad-i Samede, kelâmın mütekellime delâleti ve ihsası gibi had ve hesaba gelmeyen hadsizdir ki, umum denizlerin suyu mürekkep olsa, yazmasına kifayet etmez” demektir.