maddî ve manevî bütün dertlerin ve ihtiyaçların dermanlarını ihsan eden Şâfi-i hakikinin pek aşikâr bir mevcudiyetini ve küllî bir şefkatini ve kudsî ve geniş bir rahimiyetini hissediyorum.
Hem meselâ: Dalâletin gayet müdhiş manevî elemini hisseden bir adama, iman ile hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden o cüz’î ve fani ve âciz adam bütün kâinatın hâlikı ve sultanı olan Mabudunun muhatap bir abdi olmak ve o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şâşaalı bir mülk-i bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek ve onun gibi bütün mü’minleri dahi derecelerine göre o lutfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında bir Zat-ı Kerîm ve Muhsinin öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemal-i lâyezalîsi görünür ki, bir lem’asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer, tevhid nazarıyla bakılmazsa; o cüz’î imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve bâhâsı Cennet olan o rahmanî pırlanta bir cam parçasına inip, ayinedarlık ettiği kudsî cemalin lem’asını kaybeder.
İşte bu üç misale kıyasen, daire-i kesretin müntehasındaki cüz’iyatın, cüz’iyat-ı ahvalinde tevhid noktasında cemal-i ilâhînin ve kemal-i rabbanînin binler envaı ve yüzbin çeşitleri onlarda temerküz cihetinde görünür, anlaşılır, bilinir, tahakkuku sabit olur. İşte, tevhidde cemal ve kemal-i ilâhînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan «Lâ İlâhe İllallah» zikrinde ve tekrarında buluyorlar. Hem kelime-i tevhidde azamet-i kibriya ve celâl-i sübhanî ve saltanat-ı mutlaka-i rububiyet-i samedaniye tahakkuk etmesi içindir ki, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: