Gâyâtı, “hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip ruhu maâliyâta teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin” eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni ittifaktır, faziletin şe’ni tesanüddür, düstur-u teavünün şe’ni birbirinin imdadına yetişmektir, dinin şe’ni uhuvvettir, incizaptır; nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni saadet-i dâreyndir.
DÖRDÜNCÜ ESAS: Kur’an’ın, bütün kelimat-ı ilâhiye içinde cihet-i ulviyetini ve bütün kelâmlar üstünde cihet-i tefevvukunu anlamak istersen şu iki temsile bak:
Birincisi: Bir sultanın iki çeşit mükâlemesi, iki tarzda hitabı vardır. Birisi, âdi bir raiyet ile cüz’î bir iş için, hususi bir hâcete dair, has bir telefonla konuşmaktır. Diğeri, saltanat-ı uzma ünvanıyla ve hilâfet-i kübra namıyla ve hâkimiyet-i amme haysiyetiyle evamirini etrafa neşir ve teşhir maksadıyla bir elçisiyle veya büyük bir memuruyla konuşmaktır ve haşmetini izhar eden ulvi bir fermanla mükâlemedir.
İkinci temsil: Bir adam, elinde bir ayineyi güneşe karşı tutar, o ayine miktarınca bir ışık ve yedi rengi câmi bir ziya alır. O nisbetle güneşle münasebettar olur, sohbet eder ve o ışıklı ayineyi karanlıklı hanesine veya dam altındaki bağına tevcih etse, güneşin kıymeti nisbetinde değil, belki o ayinenin kabiliyeti miktarınca istifade edebilir. Diğeri ise, hanesinden veya bağının damından geniş pencereler açar, gökteki güneşe karşı yollar yapar. Hakiki güneşin daimi ziyasıyla sohbet eder, konuşur ve lisan-ı hâl ile böyle minnettarane bir sohbet eder, der: “Ey yeryüzünü ışığıyla yaldızlayan ve bütün çiçeklerin yüzünü güldüren dünya güzeli ve gök nazdârı olan nazenin güneş! Onlar gibi benim haneciğimi ve bahçeciğimi ısındırdın, ışıklandırdın.” Halbuki ayine sahibi böyle diyemez. O kayıt altındaki güneşin aksi ise, âsârı mahduttur; o kayda göredir.