Evet, kâinatın envaını hikmet dairesinde insanın etrafında toplayıp, bütün hâcâtına kemal-i intizam ve inayet ile koşturmak, bilbedahe, iki hâletten birisidir: Ya kâinatın her bir nev’i, kendi kendine insanı tanıyor, ona itaat ediyor, muavenetine koşuyor –bu ise yüz derece akıldan uzak olduğu gibi, çok muhalâtı intac ediyor–; insan gibi bir âciz-i mutlakta en kuvvetli bir sultan-ı mutlakın kudreti bulunmak lâzım gelir. Veyahut bu kâinatın perdesi arkasında bir Kadîr-i Mutlakın ilmiyle bu muavenet oluyor. Demek, kâinatın envaı insanı tanıyor değil; belki insanı bilen ve tanıyan, merhamet eden bir Zatın tanımasının ve bilmesinin delilleridir.
Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki, bütün enva-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine lebbeyk dedirten Zat-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin?
Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de Onu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve kat’iyen anla ki, senin gibi zaif-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fani, küçük bir mahlûka bu koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve halis bir şükür ve ciddî ve sâfi bir hürmet ister. İşte, o halis şükrün ve o sâfi hürmetin tercümanı ve ünvanı olan بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ 'i de, o rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmanın dergâhında şefaatçi yap.
Evet, rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hasıl oluyor; öyle de, bu kâinatın daire-i kübrasında bin bir ism-i ilâhinin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat simasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hatem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hatem-i inayeti nesc ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.