bu kabiliyeti, Cenab-ı Hak dağlara ihsan etmiştir, elbette o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.
İşte, Hazret-i Davud aleyhisselâma, risaletiyle beraber hilâfet-i rû-yi zemini müstesna bir surette ona verdiğinden, o geniş risalet ve muazzam saltanata lâyık bir mucize olarak, o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok büyük dağlar birer nefer, birer şakird, birer mürid gibi Hazret-i Davud’a iktida edip, onun lisanıyla, onun emriyle, Hâlik-ı Zülcelâle tesbihat ediyorlardı. Hazret-i Davud aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl ki, şimdi vesait-i muhabere ve vesail-i irtibatın kesret ve tekemmülü sebebiyle haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan azim ordusuna bir anda “Allahu ekber” dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir. Madem insanın bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisanıyla mecazî olarak konuşturur; elbette Cenab-ı Hakkın haşmetli bir kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihat yaptırır. Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı manevisi bulunduğunu ve ona münasip birer tesbih ve birer ibadeti olduğunu, eski Sözler’de beyan etmişiz. Demek her dağ, insanların lisanıyla, aks-i sadâ sırrıyla tesbihat yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla dahi Hâlik-ı Zülcelâle tesbihatları vardır.
وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً
۞ عُلِّمْنَا مَنْطِقَ الطَّيْرِ
cümleleriyle, Hazret-i Davud ve Süleyman aleyhimesselâma kuşlar envaının lisanlarını, hem istidatlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını, onlara Cenab-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.
Evet, madem hakikattir, madem rû-yi zemin bir sofra-i Rahmandır, insanın şerefine kurulmuştur; öyle ise, o sofradan istifade eden sair hayvanat ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı ilâhî ile azim bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bazı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehasinine güzel şeyleri ilave etmiştir; öyle de, başka kuş ve hayvanların