Hem de gördüm ki, medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, medeniyet-i hâzıradan pek geri kalmış; güya İslâmiyet sû-i ahlâkımızdan darılmış mazi tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete bizi şikâyet edecektir. Bunun en büyük sebebi, istibdattan sonra, mürşid-i umumî üç büyük şubenin ki, cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif, veyahut
عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ * وَكُلٌّ اِلٰى ذَكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşaribidir. Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış ve ittihad-ı milleti çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zira biri ifrat ile diğeri tekfir ve beriki tadlil ediyor. Ve öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor. Bunun çaresi, tevhid ile tevhid ve efkârlarının mabeyninde teyid-i münasebet ile musalâha tâ itidal noktasında musafaha ile birleşmekle aheng-i terakkîyi ihlâl etmesinler.
Üçüncü: Ben vaizleri dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasavet-i kalbimden başka üç sebep buldum:
Birinci: Zaman-ı hâzırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tasvir-i müddea parlak mübalâğalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için; isbat-ı müddea ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken ihmal ediyorlar.
İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, muvazene-i şeriatı muhafaza etmiyorlar.
Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan mukteza-yı hâle mutabık, yani ilcaat-ı zamana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler; güya insanları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.