mütecessid bir nurdur, sermedî bir cesedle.
O da besmele gibi, ona hâcet ânidir, havâ-yı nesîmi gibi hayatî bir havaya.
Madem Kur’an ki haktır, hem nuranî hakikat; hakikat massedilmez,
belki verir bir ziya, hem de hazm olunmaz, isal eder şifaya.
Bir İnsanla (Haşiye) Bir Şeytanın Bir Meselede Mücadeleleri
Bir zaman bir şeytan, o hasm-ı bîaman, vesveseye bindi,
çağırdı meydana zînisyan bir insan; başladı cidal, imtihan.
Müvesvis dedi ki: Kur’anı dinlersen, bîtarafane bak,
sonra da i’cazı nerededir tahkik et. Cevaben dedi insan:
Ey mel’un! Bîtarafane düşünmek ise, muvakkat bir dinsizlik olur,
iltizamı kırar; iltizam imanın lâzımı. Döndü yine şeytan, dedi:
Farzet ki beşerin sözüymüş, o nazarla bir bak.
Belâgatı nasıldır? Tahkik de böyledir. Yine o insan, dedi:
Ey racîm! Bîtarafane düşünmek başka, aksini, nakîzini düşünmek
hem farzetmek büsbütün başka olur her zaman.
Zira o tevakkuf; bu reddir. O adem-i kabul; bu kabul-u ademdir.
O dedi: Muhal dahi farz olunur, farazîde müşahat olamaz.
Döndü yine o insan, dedi: Belâgat mukteza-yı hâle mutabakatıdır kelâmın.
Halbuki mütekellim, muhatap ve esas-ı maksad
mutabakatta üç esastır bîgüman.
Tesirleri azîmdir. En âlî bir noktada olan şu üç esas, dediğin
bir farz ile, minareden kuyuya indirip, edip tebdil-i mekân;
en edna bir surette esasat âhere kalb ve tebdil etmektir.