defaten dinlemesi daire-i imkânda olsa idi bir mekânı.
Yahud bütün muhatabîn, zerrat-ı kâinat suretinde tek bir kulak olsa idi
o üzn-i cihanî, hem bir nur-u imanî, hem bir hads-i vicdanî.
Belki kelâm-ı bînihayet arkasında, ya içinde bînihayet
celâl azameti içinde o haşmet-i sübhanî görürdü timsalini.
Demek Tenzil’in esalibinde tenevvü; ilâhî tenezzülât,
tecelli-i esma ve sıfattır ki, kelâmın arkasında görüyor onu bir nazar-ı imanî.
Her adam diyebilir: “Şems benim için yakılmış, evim olan dünyada.
Şu ayinede güneş bana tebessüm eder. Bakıyor o ayn-ı âsumanî.
Allah, eğer şuuru, hem de sözü verse idi; o nazenin sema
benimle konuşurdu, ayine de olurdu vasıta-i beyanî.”
İnhisar-ı zihniyet ona bu hakkı verir. Hem dahi diyebilir:
“Rabbim benimle konuşur. Kelâmın arkasında görüyorum
imanımla bir Rahman-ı nuranî.”
Bütün zîruh, hem de bütün kâinat birden böyle derler.
Zira onda tezahüm yoktur, inhisar da olamaz, o sermedidir, lâ-mekânî.
Ey sâil-i misalî! Sen ki îcaz istedin; ben de işaret ettim.
Eğer tafsil istersen, haddimin haricinde.. sinek seyretmez âsumanı.
Zira o kırk enva-ı i’cazından yalnız bir tekini ki, cezalet-i nazmîdir,
İşaratü’l-İ’caz’da, sıkışmadı tibyanı.
Yüz sahife tefsirim ona kâfi gelmedi. Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade;
ben istiyorum senden tafsil ile beyanı.