وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُوًا اَحَدٌ câmi bir tevhiddir. Yani; zatında, sıfatında, ef’alinde naziri, şeriki, şebihi yoktur.
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ
Şu surette yedi meratib-i tevhidi tazammun eden altı cümlesi mütenaticedir. Her biri ötekinin bürhanıdır.
TEVHİDİN TENVİRİ
Kâinattaki teşabüh-ü âsâr ve etrafı birbiriyle muanaka ve el ele tutmuş, birbirine arz-ı intizam ve birbirinin sualine karşı cevab-ı sevab ve birbirinin nida-i ihtiyacına “Lebbeyk” ile mukabele etmek ve bir nokta-i vahideye temaşa etmek ve bir mihver-i nizam üzerinde deveran etmek ciheti ile Sâni-i Zülcelâlin tevhidine telvih, belki Hâkim-i Ezel’in vahdaniyetine tasrih ediyor.
Evet; karıncanın gözünü, midesini halkeden Zat, aynen odur ki, şemsi ve bütün kâinatı da halketmiştir. Çünkü kâinat müteşabik, birbirine girmiş. Her şey her şeyle mürtebittir. Demek küre-i arz ile bütün yıldız ve güneşleri tesbih taneleri gibi kaldıracak ve çevirecek derecede kuvvetli bir ele malik olmayan kimse kâinatta dava-yı halk, hiçbir şeyde iddia-yı icad edemez.
Sun’î tasarrufat-ı beşeriye ise fıtratta câri nevamis-i ilâhiyenin sereyanlarını keşf ile tevfik-i hareket edip, kendi lehinde yalnız istimal etmektir, icad değildir.
Bidayette mevzumuz ve müddeamız kelime-i şehadet idi. Şimdi netice-i bürhan-ı bâhirimiz dahi ilme’l-yakîn ile اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ 'dır.